30 Ekim 2012 Salı

Firtinanin Adi: Sandy


 Liseye baslayana kadar cocukken saclarim kisaydi. Canakkale'de bir lodos eser, ya da hava poyraza, karayele vurur, yerdeki tum kum-toprak yuzumuze sacimiza dolardi. Ruzgarda en cok saclarimin karismasindan hoslanmazdim. Ruzgar ardindan yerini yagmura birakinca, ananem "bak lodos sevdigine kavustu, onun sevinc gozyaslari" derdi. Derken universiteye baslayip Istanbul-Canakkale yollarini tatillerde, somestrlerde otobus yolcuklariyla arsinlayinca, kac kere Eceabat'ta, Kilitbahir'de ruzgardan calismayan feribot ve motor seferleriyle mahsur kalmistim. Ya da findik kabugu gibi sallanan o motora binip karsiya gecmeye calisirken, icimden bildigim butun dualari okurken, "bir daha bu mevsimde Canakkale'ye gelmeyecegim" diye, kendime verdigim onlarca sozu kimbilir kac kere bozdum. Hele bir kis vardi ki, tam 6 saat Eceabat'ta karsiya gecmeyi beklemistim. O ruzgarlarin firtinalarin ismi olsa da ben de cocuklarima isimleriyle anlatsam her hikayeyi simdi.

Dun buralardan Sandy gecti... Ben ki Canakkale cocuguyum, ruzgara, firtinaya alisigim ama Allah'im bir firtina bu kadar mi guclu esermis. Bu kadar mi ses yapar ve evi, duvarlari citir citir didiklermis. Elektrikler arada goz kirpip, ara ara 10-15 saniye kesilip gelince "tamam artik gidiyor, mumlari, el fenerlerini el altinda bulunduralim" diye surekli ev icinde dort dolaniyorum. Dibimizdeki sel baskinlarini, Manhattan'da kopup sallanan vinci, evlerin icine dusen agaclari canli yayinda izliyoruz. Tum aksam gozum disarda, kalbim gum gum... Cocuklar sakin, daha dogrusu habersizler durumdan. Babam da var bizde, hic gerginlik ve endise yok. Burk da oyle, sakin ve baska islerle mesgul evde... Yerel kanallar, CNN, ABC arasinda disarinin durumunu izlerken, "film seyretsene" diyor.

Endise ile gecen bir gecenin ardindan, gunun isigina ama en cok elektrige uyanmak mutluluk verici. Haberler felaket tabii. Ofis hala kapali. Hem yollari bloke eden agaclardan, hem civarda kesilen elektrikten, hem kapanan okullardan evdeyiz gene. Bir ihtimal yarin yari-normal bir hayata donebiliriz ama tam normale donmek bazilari icin uzun zaman alacak. Is yerinden cogu arkadasimda zarar cok. Evin catisina, arabalarina dusen agaclar, devrilen cati, su baskini, birinde terastaki mangal devrilip evin balkon kapisini kirip iceriye girmis. Biz iyiyiz cok sukur...

PS: Yukardaki foto MSN'den. Ilerde hatirlamak icin buraya bakmali. NY Times'in grafiklerini de eklemeli.

21 Eylül 2012 Cuma

E.T. ile Birgun



Edward Tufte: Orta boylu, kumral, yesil gozlu, incecik bir adam. 70 yasinda ama cook daha genc gosteriyor. Siyah ceket ve pantolon giymis, icinde beyaz gomlek var. Seminer saat 10'da basliyor ben 9:30 gibi nefes nefese kalip, kendi adini tasiyan muze/galeriye variyorum. Icerde 100 kisi vardir. Onlerdekiler kanepeye oturmus, ben ikinci siradaki hasir koltuga geciyorum. Icerde kendi dizayni olan pek cok sanat eseri var. Karsida buyuk ekran projektor, kolonlara asilmis 15 " LCD ekranlardan, sukunet ve huzur veren resimler geciyor.

Kayit sirasinda 4 kitabindan olusan bir set veriyorlar. Gidip bir tanesini imzalatayim diyorum. Muthis kibir ve asaletle, ne isle mesgul oldugumu, hangi sektorde oldugumu soruyor. Kisacik bir sohbetle kitabi imzalatip yerime geciyorum.

Saat tam 10'da seminer basliyor. Konusu "veri ve bilginin prezentasyonu". Edward Tufte bu alanin gurusu. Endustride onun adi gecince akan sular duruyor. Onun deyimiyle satis ve pazarlama prezentasyonu gibi ucuz seylerle degil, NASA'dakilerin ya da biyolojist'lerin DNA modellerinin visualized edilmesinden bahsediyoruz burada.

Bir sunum sirasinda nelere dikkat etmek gerekir gibi bazi pratik bilgiler veriyor. Bilinmedik seyler degil aslinda. Eger sunumu sen yapacaksan erken gel, materyali onceden dagit ve dinleyicilere 10 dk zaman verip okut diyor. Bize de sik sik onu yapiyor. Kitaplarindan bolumler gosterip ders calisiyoruz. Mutlaka erken bitir ki soru-cevap icin zaman kalsin diyor. Kendisi PowerPoint dusmani oldugundan, web tabanli prezentasyon sablonlarini kullanin diyor. ESPN'de skorlarin oldugu web sayfasini, NY Times'in policy story'sini, Google Map'i ve Google News'i ekranda gosterip sunumun icerigine siz hakim olun, Microsoft degil diyor. Bu seminerde kendisi konusurken soru ve yorum kabul etmiyor. "You talk to me in the office hours" diyor. Office hours da, aradaki mola, oglen yemegi ve seminer bitimi.

Edward Tufte Columbia Uzay mekiginin dusmesine PowerPoint'in sebep olduğunu savunuyor, çünkü uçuş oncesı degerlendırmelerde PowerPoint ile sunulan raporlarinda risk faktorunun o bilgi kalabalıkları arasında  kayboldugunu soyluyor Tufte. Kazaya sebep olan faktor mekiğin kanatlarından birinde var olan bir yalıtım köpüğünün kopmasından ötürü açılan bir delikmis ve ucus oncesınde bu ihtimal NASA yonetimi tarafından biliniyormus ama sunum icerigi yeterince iyi hazirlanmadigindan konuya dikkat cekilememis.

Minard tarafından 1869'de hazırlanmış , Napolyon'un 1812 Moskova seferini grafik gorsellik acisindan cok basarili bir muhendislik calismasi olarak anlagiyor bize.

Bu alanda baska bir guru daha var: Stephen Few. Henuz onun bir etkinligine katilmadim ama surada bir yazi var ikisinin farklari hakkinda.

Haftaya basarabilirsek Connecticut'daki evininin bahcesindeki, kendi yaptigi heykellerin sergisine gitmek istiyoruz. Cumartesi 1-6PM arasi.

4 Eylül 2012 Salı

Yaz Gecer 2012




Haziran bitti, oglanin okulu bitti.
Temmuz bitti, bizim 8 yildir cocuklar icin gidip geldigimiz yuva bitti.
Arkadaslarim geldi gitti.
Sonra is yerimdeki projemin ilk ayagi bitti.
Agustos'da tatil geldi, gecti, bitti.
iPad'de movie yapmaktan yer bitti.
Yaz bit-me-di, yazi bitti...


PS: Bu movie clip cok isteyip de Muni ve Hkn'la gidemedigimiz Chelsea Market'i hatirlatsin diye konuldu.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Beyzbol


A Day In The Yankees Game from troy wind on Vimeo.


Amerika'da iyi anne baba olmanin en onemli sarti -ozellikle oğlunuz varsa- onu bir ball game'e goturmektir. Hava 100F, nem oranı %90'lara vurmuş, ustelik de hafta sonu değil -tamam cuma aksamı- ama iyi ebeveyn olacağız ya, cocuklari beyzbol oyununa goturmeye karar veriyoruz. Baba bana diyor "sen götür", ben ona diyorum "sen götür". Birisi mi gitse, ikisini de goturelim mi derken, "eeee kız da herseyi anlar vaziyette görevlerimizi yapalım cocuklar canlı canlı bir ball game izlesinler" deyip, bu defa trenle mi gitsek, arabayla mi gitsek sorunsalına giriyoruz. Zaten hiçbirimizin 3 saat orada olacağına ihtimalimiz yok. Evet evet beyzbol öyle, 3 saat filan sürüyor.

Oyun NY Yankees ile Chicago White Socks arasinda. NY'un iki beyzbol takımı var. Birisi Bronx'taki Yankees -ki biz de Yankees stadyumu'nun yarım saatlik kuzeyinde oturunca Yankees'li oluyoruz tabii- digeri de Queens'teki Mets.

Boston Red Socks, Seattle Mariners, San Diego Padres, St. Louis Cardinals, Washington Nationals, Arizona Diamondbacks, Cleveland Indians hergün medyada ve bizim şirkette isimleri sik sik gecen takımlar. Cunku buranin en populer sporlarindan. Amerikan futbolu ile beyzbol ilk siralari kapiyor.

Havanin sıcak oldugunu soyledim di mi, ama öyle böyle değil. Dışarı çıkınca sanki buharlasacak misiz gibi hissediyoruz. Arabayla gitmek en makulu. Şirkette soruyorum nereye parkedilir, yürüme mesafesi nedir diye, stadyumun karşısında park var, oraya parkedersiniz diyorlar. Sıcak ya hava, su şişelerimizi alıyoruz yanimiza ama içeri metal sise sokmak yasak. Plastik olabilir ama icinde su olmayacak. Çünkü Yankees'i zengin etmek adına bir sise su 5$ içerde. Hani TR'de havaalanında, otellerde, beach club'larda fırsatçılık yapıp serbest piyasa ekonomisi uygulaniverir ya hemen,  burada fiyatlar makuldur genelde. Firsat koselerinde, insana küçük dilini yutturmaz-di, Yankees food court'a kadar...

İceri girinceye kadar oyun başlamış. Oğlan tüm hücrelerine kadar hissediyor belli. Bir taraftan turistik bir gözle etrafi inceleyerek sallana sallana, rezerve alanlarda biraz vakit geçire geçire koltuklarımıza yollanıyoruz. Ta ustlerde kusbakisi bir yerdeyiz Oturduk, izliyoruz.... Kuralları bilirsen cok zevkli bir oyun yazmış turk Vikipedi'si

Eğer beyzbol hakkında herseyi bilmek istiyorsanız, Michael Lewis'in Moneyball'unu okuyun derim. Kitap cok istatistik dolu diyorsanız, o zaman filmini seyretmeniz lazım. Kitabın adı: The art of winning unfair game: Adaletsiz oyunu kazanma sanatı. Tam da öyle... Oyunun kurallarindan bahsediyordum. Su site guzel yazmis, bakin derim. 

Oyuna dair referans vermek istediğimde mac diyesem geliyor, ama bu mac değil, ball game, oyun yani. Tribunlerde, bizdeki frigoculara benzer dondurma satanlar geziyor. Ya da patlamis misir satanlar. Aşağıdaki yiyecek koridorlarında fast food'un haddi hesabı yok. Vicik vicik yağlı sosisliler, burgerler, patates kızartmaları, su gibi giden bira... Evet evet bu havada en güzeli bira onda hemfikirim Amerikalilarla. Herkes sakin sekilde oyunu izliyor. Eğer takımımız Home Run'i tamamlamışsa kocaman alkış herkesten. 

Oglan eldivenini ve topunu getirdi. Olur da Yankees oyuncularindan birisini görürse topunu imzalatacakmis ya da eldivenini ama kulisle aramızda 20 katli apartman boyu kadar fark var nerdeyse. Ben de Alex kardesimizi dunya gozuyle gorme telasindayim. Ne de olsa celebrity dunyasi bayiliyor kendisine. Birkaç round izleyip, iyi anne baba olduğumuza kanaat getirip, onlar da yorgunluktan daha fazla itiraz edecek hale gelemediklerinden eve dogru yollanıyoruz. Cikista park biletini ödemekle uğraşmıyoruz, iyi ki girdikten hemen sonra odemisiz diyoruz (park sabit fiyat $35). Aklımızda olsun, zira oyun çıkışı park yerinden çıkmak en iyisinden 1 saatmis.

28 Haziran 2012 Perşembe

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Lunch Beat: Ogle Ritmi



Hafta sonu Business Week'de okudum. Avrupa'da Stockholm'de baslayip diger sehirlere de yayilan, oglen tatilinde is ortamindan uzaklasip club moduna girip, 1 saat dans edip, hoplayip ziplayip kafani bosaltip mental baterilerini dolduracagin bir akim baslamis. Adina lunch beat diyorlarmis. Kapida $13 veriyorsun, karsiliginda sandivicimsi bir yiyecek, su alip, 1 saat dans ediyorsun. Web sayfasini yeni gordum. http://www.lunchbeat.org/
















The Lunch Beat Manifasto diye bir de kurallarini yayinlamislar.

Kural 1: Bu senin ilk lunch beat'inse dans etmek zorundasin.
Kural 2: Bu senin ikinci, ucuncu ya da dorduncu lunch beat'inse dans etmek zorundasin.
Kural 3: Eger burada sikildiysan lutfen ogle yemegini baska yerde ye.
Kural 4: Burada isten konusmak yok.
Kural 5: Lunch Beat'te o anda ortada olan herhangi kisi senin dans partner'indir.
Kural 6: Bu lunch beat'ler 60 dk'dan daha uzun olamaz ve ogle tatilinde olmalidir.
Kural 7: Herkese take away yemek ve bir adet DJ set verilir
Kural 8: Lunch Beat'de su her zaman ucretsiz olarak verilir.
Kural 9: Lunch Beat'in uyusturucuz ortam olmasi tercih edilir
Kural 10: Lunch Beat'ler kamuya ilan edildigi surece, kar amaci gutmeyen organizasyonlar olarak duzenlendigi surece ve bu manifestodaki kurallar uygulandigi surece, herhangi bir yerde, herhangi biri tarafindan organize edilebilir.

Not: Fotograf dergiden alinmistir.

25 Mayıs 2012 Cuma

TGIS


Son haftalarda cumalari hep yogunum iste. Oysa benim en sakin gunumdu birkac hafta oncesine kadar. O yuzden ancak cumartesi gelince "Thanks God It's Saturday" diyebiliyorum.

Her Mayisin son haftasi karnimda kelebekler ucusuyor sanki. Bu hafta sonu Memorial Day'le birlikte artik yaz geldi demek. Bir taraftan "Eyvah yaz geldi" diyorum, cunku hafta ici de dahil olmak uzere cocuklar havuza gitmek istiyorlar. Havuz bitiyor disarda oynamak istiyorlar. Gunesi batirip eve giriyoruz, bu defa eve doymak istiyorlar. Tum sitenin cocuklari disarda artik. Ben de sanki kis uykusundan uyanmiscasina cocuklara bakinca; hepsi ne kadar da boy atmis, gelismis, delikanli, genc kiz olmus ergenlerimiz diyorum icimden. Havuzda life guard'lik yapan bir Greg'imiz var mesela, bu yil universiteden mezun oldu. Buraya tasindigimizda benim oglanla ayni yastaydi nerdeyse. Bu degisimi gormek, yeni bir yaza uyanmak o kadar tatli ki...

Her yaz boyle olsun, telasli, kosturmacali, cocuk sesleriyle dolu, yorgun, sicak -az nemli-, bol gezmeli ...

18 Mayıs 2012 Cuma

Albuquerque, Santa Fe, Tent Rocks, NM Gunlugu


Hani Norah Jones'in Come Away With Me clibi var ya, oyle bir  yolda gidiyoruz. Etraf maki, çöl ...Ara ara daglar, yüzyıllardir yerlilere ait kirik dokuk yerlesim bolgeleri.... New Mexico'da Santa Fe'ye giden bir otobandayim ama dedim ya, sanki Norah Jones'in klibinin icindeyim. En canlısından, en aynısından, en çölünden... Insanın icine derin bir yalnızlık ama garip bir huzur da veren cinsten, bir baska ulke burasi. Yol ile ufuk cizgisinin kesisimde hiçbir insan, hicbir yerleşim görmediğin türden bir yerler burası... Medeniyetten uzak, ha desen, istesen, eski John Wayne filmlerinin icine giriverecekmissin gibi burası... Burada yaşayanların bir sürüsü John Wayne, Client Eastwood zaten. Evlerinde silahlar, arka bahçelerinde atlar ve garajlarında baltalar var. Saka degil, gercekten boyle. Sabah ise gelip data warehouse'a data topluyor, aksam eve girerken garajının önüne yatmış yılanı cifteyle vuruyor. Hafta sonu at biniyor, arabasını kendi yapiyor, bozulunca kendi tamir ediyor.
Dedikleri kadar varmis, hatta az bile anlamisim ben Santa Fe'yi. Santa Fe' New Mexico'nun incisi. Bu nasıl bir şehirdir böyle ki, her tarafından sanat, el yapımı seramik, mücevher , galeri, müze taşsın.

Coyote restaurattayiz. Minik mezeler alıp demlemiyoruz. Yolculuk arkadasım, is yerinden ürün müdürü. Dedikodu yapıyoruz, projeleri konuşuyoruz, hayattan oradan burdan birkaç margarita eşliğinde gün bitiyoruz.


Sabah erken kalkıp sehri dolaşıyorum. Sabah 8 suları ve bir takı dükkanı kepenklerini coktan kaldırmış. Yerli adam üstüne güneş doğurur mu... Sahibi yerli. Tüm parmakları kolları boynu takı icinde. Kollarında boynunda dövmeler var. Hepsi de bir sekilde uyumlu. Kibar ve nazik bir sekilde bana mucevher parcalarini anlatiyor. Nereli oldugumu soruyor. Turk'um diyorum, karsidaki hali dukkaninin sahibi de Turk diyor. Bir ara o da NY'da yasamis. Benim yasadigim bolgeye asina. Hatta bizim oradaki Hilton acildigi sene NM'ya yerlesmis. Müstesna taki parçalarına bakıyorum ve içimden tum dukkani almak istiyorum. Hersey o kadar nefis ki... Hatta Suzi Orman'i arayip - hani "Can I afford?" programıni var ya-, bana akıl verse diye içimden çılgın seyler geçiyor. Cunku akil kacirilmayacak gibi degil. Tamam diyorum 4 parça yeter. Dükkan sahibi arkadasim bana harita ustunde sehri anlatıyor. Günüm kısa, en verimli nasıl yaparimin ipuçlarını veriyor. Sarılıp ayrılıyorum, biraz daha dolaşıp heyecanla otele donüyorum. İstikamet 1 saat uzakliktaki National Park Tent Rocks. 

Bir doga bu kadar mi guzel ve büyüleyici olur. 1 saatlik tırmanışla 6-7 milyon yasindaki volkanik oluşumla meydana gelmiş kanyondayim: Tent Rocks yani cadir kayalar. Güneş öğle sicagini bastırmadan indik aşağıya. Deniz seviyesinden yükseklik 6500 feet yani yaklasik 2000 metre. Zaten Santa Fe'ye gelirken daglar arası arabayla tirmandigimizdan kulaklar ucaktaki gibi tıkalı. O yüzden dikkat, sert içkiler iki kat etkili bu sehirde :)

Sonra sehre donuyoruz. Sehir minik, kompakt... Müzeleri, Plaza meydanı, Georgia O'keeffe müzesi, Canyon Road'daki sanat galerileri, acik pazardaki sanatçıların sergileri ( yağlı boya, fotograf, heykel) , Governor of Palace önündeki yerli Amerikalılar'ın el yapımı takıları, hediyelik eşyaları, zevkli dükkanları, kiliselerden yukselen can sesleri, nefis kendine ozel restaurant 'lari ile tum ogleden sonrayi dolasarak geciriyorum. Aksam vakti vedalaşma saati geliyor Santa Fe'ye. Bilindik eyalet başşehirlerinin aksine müthiş sarıyor bu sehir beni. Donmeden once heyecanla Burak'a anlatıyorum telefonda gorduklerimi, sehri, hiking'i. "Cocuklar da yaparlar Tent Rocks hiking'ini" diyorum. Nice aile cocuklarini sirtina almis, bebekleriyle gelmisti zaten. "Sen de istediğin kadar fajita yeyip, en acısından istersen yesil, istersen kırmızı biber sosu koyarsın" diyorum.

Bu arada asil seyahat Albuquerque'deki bir konferansaydi. 4 gün oradaydim ama Santa Fe'ye kıyasla anlatacak birsey yok.